Endüstriyelleşen ve giderek doğallıktan uzaklaşan üretim yöntemleri, canlı toprakların, biyolojik çeşitliliğin ve yerel tohumların kaybına, arazinin terk edilmesine ve sosyo-ekonomik eşitsizliklerin artmasına neden oluyor. Agroekolojik uygulamalar biyoçeşitlilik kaybı, iklim krizi ve kırsal yoksullukla mücadelede çözümler öneriyor.
Birleşmiş Milletler’in Haziran 2022’de yayınladığı rapora göre küresel gıda, enerji ve finans sistemleri krizi Rusya-Ukrayna savaşıyla derinleşiyor. Dünyamızın gıda, enerji ve ekonomiyi de içine alan ciddi bir krizin eşiğinde olduğuna dikkat çeken rapor, 94 ülkede 1,6 milyar kişinin artan gıda ve petrol fiyatlarıyla başa çıkmakta güçlük çektiğini belirtiyor. Savaş ve iklim değişiklikleri bu krizin sorumlusu gibi gösteriliyor olsa da asıl sorumlular, üretim ve tüketim yöntemlerimiz ile adaletsiz dağıtım ve erişime neden olan yanlış politikalar.
Dünyada her yıl 12 milyon hektar tarım arazisi bozuluma uğruyor. Aynı şekilde tarım arazilerinin yüzde 23’ü verimliliğini kaybetmiş durumda. Mevcut politikalar ve yöntemler krizi çözmek yerine derinleştiriyor.
Üretim ve tüketim yöntemlerimizi ve gıda politikalarımızı bir an önce dönüştürmemiz şart. Bunun için önce soframıza gelen gıda ile kurduğumuz ilişkiye yeniden bakmamız ve gıdanın parasal, sosyal, ekolojik maliyetlerini masaya yatırmamız, gıdaya erişimi güçleştiren nedenlerin sadece savaşlar ve ekonomi olmadığı gerçeğiyle yüzleşmemiz gerekiyor.
Toprak verimliliği azalıyor
Dünya Toprak Kaynaklarının Durumu (SWSR) raporu ve diğer çalışmalar, dünya genelindeki tüm toprakların yaklaşık yüzde 33’ünün, sürdürülemez yönetim uygulamalarına bağlı olarak yüksek derecede bozulduğunu gösteriyor. Toprağın, karbonu, besin maddelerini, suyu saklama ve devridaim yeteneği de önemli ölçüde azalıyor.
Tarımsal üretimde kullanılan pestisitler (tarım zehirleri) toprağa ciddi zararlar veriyor, topraktaki mikroorganizmaları öldürüyor. BM raporları, pestisit kullanımı bu ölçüde devam ederse toprağın 60 yıl içerisinde tamamen yok olacağını kaydediyor. Toprağın zarar görmesi ya da yok olması çeşitli hastalıkların artmasına, küresel ısınmaya, çölleşmeye, erozyona ve sellere neden oluyor.
Böylesine yaygın biçimde kullanılmalarına rağmen, pestisitler geçtiğimiz 40 yıl boyunca ürün kayıplarında herhangi bir azalma sağlamadı. Pestisitlerin etkisi zaman içinde gelişen direnç nedeniyle de ciddi oranda azaldı.
Su kaynakları talebi nüfustan hızlı artıyor
Son yüzyıl içinde dünya nüfusu üç kat büyürken su kaynaklarına olan talep yedi kat arttı. Sentetik azot ve fosfor içerikli gübreler, petrol bazlı agrokimyasallar ve fosil yakıt gibi girdilere dayalı daha “kaynak yoğun” tarım uygulamaları her yıl Zimbabwe büyüklüğünde bir alanın bozulmasına neden oluyor ve dünyadaki su tüketiminin neredeyse yüzde 70’inden sorumlu. Tatlı su kaynaklarının yaklaşık yüzde 70’i tarımda kullanılıyor.
Artan nüfusun yanı sıra gelir ve tüketim düzeyinin yükselmesi ve gıda ürünlerine yönelik taleplerin artması da su kaynakları üzerinde ilave baskı yaratıyor. Uzmanlara göre bu talep artışını karşılayabilmek için, tarımsal sulamada kullanılan su miktarının 2050 yılına kadar iki katına çıkması gerekebilir.
Krizlerin çözümü için agroekoloji
Endüstriyel tarım üretim yöntemlerinin neden olduğu tüm sorunlar göz önüne alındığında agroekoloji, çevrenin ve sosyal dengelerin korunmasına dayanan sürdürülebilir bir tarım modeli olarak ortaya çıkıyor. Agroekoloji, toksik pestisitlere doğrudan maruz kalmayı engellediği gibi hava, toprak, yüzey suyu ve yeraltı suyu kalitesini iyileştirmekte faydalı oluyor. Daha az enerji-yoğun olan agroekoloji, sera gazı emisyonlarını azaltan ve karbon yakalayan sistemler sayesinde, iklim değişikliğinin etkilerinden korunmaya da yardımcı oluyor. Agroekoloji uygulamaları organik uygulamalara benzer olarak doğal süreçleri taklit etmeyi deniyor, sentetik spreyler ve diğer girdilerden ziyade sağlıklı toprak biyolojisine ve çevreye güveniyor.
Rodale Enstitüsü’nün, 30 yıl boyunca ekolojik ve konvansiyonel tarımı karşılaştırdığı araştırmaları, ekolojik çiftçiliğin bizi şimdi ve gelecekte besleme başarısını kanıtlıyor. Araştırma raporu şu sonuçlara dikkat çekiyor: ‘‘Ekolojik rekolte, konvansiyonel rekolte ile başa baştır. Ekolojik tarım, kuraklık yıllarında konvansiyonel tarımdan daha başarılıdır. Ekolojik çiftçilik sistemleri, topraktaki ekolojik maddeyi tüketmek yerine tazeler, bu nedenle daha sürdürülebilir bir sistemdir. Ekolojik çiftçilik, yüzde 45 daha az enerji tüketir ve daha verimlidir. Konvansiyonel sistemler yüzde 40 daha fazla sera gazı salar. Ekolojik çiftçilik sistemleri konvansiyonelden daha kârlıdır.’’
AB tarafından gerçekleştirilen ve kısa zaman önce tamamlanan dört yıllık bir araştırma, ekolojik meyve ve sebzelerin en az yüzde 40 daha fazla antioksidan ve daha yüksek seviyede demir, çinko gibi faydalı mineraller içerdiğini ortaya koyuyor. Bu sonucun kaynağında doğal döngülere saygı var: Ekolojik üretimde yetiştirilen ürünler daha az “zorlanıyor”, yani büyümeleri genellikle daha yavaş oluyor, böylece organizmalar bileşimlerini sentezlemeye zaman bulabiliyor.
Küresel iklim krizi nedeniyle, Akdeniz havzasında sürdürülebilir uygulamalara ve topluluklara geçişin önemi giderek daha belirgin hale geliyor.
e-ha