Ekonomist, siyasetçi ve akademisyen, 2009 yılında kapanan Anavatan Partisi'nin 5. genel başkanı ve 21. dönem İstanbul milletvekili olan Nesrin Nas'ın ARTI GERÇEK'te yazdığı makale Cumhurbaşkanlığı Seçimi arefesinde olduğumuz bu günlerde  Türkiye gündemine oturdu.

Nesrin Nas, Artı Gerçek'te yazdığı yazısında '1998'de Chavez'le başlayan popülist rüyadan büyük yoksulluk ve acıya uyanan Venezuela ölümün eşiğinde. Halk açlık ve salgın hastalıkların pençesinde kıvranıyor. Bu sondan halen kaçabilir miyiz, bilmiyorum. Buna seçmen karar verecek.' diyor.

İşte Nesrin Nas'ın Artı Gerçek'te yazdığı yazıdan önemli satırlar:
16 Nisan 2017 Anayasa referandumundan önce yazdığım bir yazıyı bugün tekrar yayınlamak gereği duydum. O günlerde neden ‘hayır’ dememiz gerektiğini anlatmak için Türkiye’nin çeşitli kentlerinde yapılan toplantılarda konuştum. Tek adam rejimine ‘evet’ denmesi halinde yaşayacaklarımızı Venezuela örneğini vererek dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım.

O gün yazıyı şöyle bitirmiştim:

“Bizim, hala bu hikayenin Venezuela gibi hüzünlü bir sonla bitmemesi için 16 Nisan'da sandığa gitmek ve "hayır" demek gibi bir seçeneğimiz var.”

 

Ama olmadı.

Zayıf demokratik kurumlardan, adil olmayan düzenden ve yoz siyasetçilerden bıkan yığınlar, sorunlarının çözümünü karizmatik ama aynı zamanda pragmatik bir liderde arıyor. Karizmatik liderin öncülüğünde yönetici seçkinlerin aslan payını aldığı, çoğunluğun ise damlayanlarla yetindiği, üretmeye değil kamu kaynaklarını yeniden paylaşmaya dayanan bir düzen kuruluyor. Genellikle başına "yeni" sıfatı eklenen bu düzen kaynak akışı sürdüğü sürece sorunsuz yürüyor. Parlamento, yargı gibi denetleyici kurumların işleri geciktirdiği, halkın kazanmasının karşısında olduğu propagandasının geniş kitlelerce de onaylandığı bu düzende, iktidar, gücün sağladığı imkan ve dokunulmazlığı pekiştirmek için demokratik kurumları yavaş yavaş buduyor. Zamanla lideri eleştirmenin ve muhalefetin halk düşmanlığı, hatta darbe olarak kabul gördüğü baskıcı bir ortam yerleştiriliyor...

Türkiye'nin hikayesi de Birleşmiş Milletler'in açlık ve salgın hastalıklar nedeniyle insani yardım çağrısı yaptığı Venezuela'dan çok farklı değil. 23 eyalete dayalı federal bir devlet olan Venezuela, 1958 yılından beri demokratik seçimlerle işbaşına gelen hükümetlerce yönetilmiştir. Demokrasi yolculuğu bize benzeyen Venezuela'da da askeri darbe girişimleri eksik olmamış, yolsuzluk; adaletsizlik ve yoksulluk Venezuelalıları hayatından bezdirmişti.

Venezuelalıların hazin yolculuğu sol popülist lider Chavez’in işbaşına geldiği 1998 yılında başladı:

Sisteme ve mevcut siyasi partilere güvenini kaybeden Venezuela halkı 1998 seçimlerinde "petrolün parasını halka yedireceğim, bir avuç zengine değil" diyen asker kökenli Chavez'i yüzde 56 oyla başkan seçtiğinde bu, tüm dünyada yeni bir ses, bir devrim olarak alkışlandı. Tıpkı 2002'de iktidara gelen AK Parti'nin söylemlerinin, programının ve politikalarının, müslümanların da demokrasiye, evrensel hukuk standartlarına ve değerlere eklemlenebileceğinin örneği olarak sunulduğu gibi, Venezuela’da Chavez’in politikaları yoksulluğu yok edecek eşitlikçi bir model olarak sunuldu dünyaya...

Chavez, iktidarının ilk yıllarında vaatlerine sadık kalmaya çalıştı. Tıpkı Erdoğan gibi…Farklı siyasi kesimlerle uzlaşarak ülkede bir bahar havası estirdi. Yabancı yatırımcıları ülkesine yatırıma davet ederek büyük bir kalkınma hamlesine başladı. Yollar, hastaneler, okullar, spor kompleksleri, konutlar, alışveriş merkezleri...ülkenin her yerinde müthiş bir inşaat faaliyeti başladı. Dünyada 100 doların üzerinde seyreden ham petrol fiyatları Chavez ve Venezuelalılara bu kaynağın asla tükenmeyeceğini düşündürdü. Erdoğan yönetiminin de ucuz ve bol doların asla tükenmeyeceğini düşündüğü gibi… Ama işler beklendiği gibi gelişmedi. Petrol fiyatları düşmeye, muhalefet de hesapsız kitapsız harcamaların hesabını sormaya başladı.

YÜKSEK YARGIYI DENETİM ALTINA ALDI

Popülaritesi sorgulanmaya başlayan Chavez, tıpkı bizde olduğu gibi, parlamento denetimine ve yargıya savaş açtı. Parlamentoyu ve yargıyı, iktidarını tehdit eden ve işleri engelleyerek halkın refahını istemeyen güçler olarak şeytanlaştıran Chavez'in önceliği artık kendi iktidarını muhkem kılmaktı. Anayasa değişiklikleri ve referandumlarla aşama aşama kurduğu tek adam rejimini halkın da desteğiyle pekiştirdi ve yüksek yargıyı bütünüyle denetimi altına alarak, 2004 yılında kuvvetler ayrılığını fiilen ortadan kaldırdı. Chavez'in hoşlanmadığı kararları alan yargıçlar ya görevlerinden uzaklaştırıldı ya da tutuklandı. Bu arada medya operasyonları devreye girdi. Muhalif sesleri kısmak için Chavez ve Hükümet üyelerini eleştirmek "kriminal suç" kapsamına alındı. Medya ağır baskılarla tasfiye edildi. Gazeteler, televizyonlar el değiştirdi ve Chavez ülkenin tek hakimi oldu. Sonunda devlet içinde Chavez’e sadık ve keyfi davranma imkanına sahip bir yapı kuruldu.

Yargıyı kontrolü altına alan Chavez, Parlamento'nun bütçe üzerindeki denetiminden kurtulmak için, başta petrol gelirleri olmak üzere ülkenin ekonomik varlıklarını bir "varlık fonu"na aktardı. Ulusal Kalkınma Fonu adı verdiği bu fon aracılığıyla tek imzayla harcama yetkisine sahip oldu. Ülkenin her yanında yoğun inşaat faaliyetleri başladı. Ancak üretimi artıracak yatırımlar ihmal edildiği için işsizlere istihdam alanları yaratılamadı. Popülaritesinin azaldığını gören Chavez, bu fondan halka doğrudan gıda paketleri, bedava benzin ve para dağıtmaya başladı. Ne var ki, dünyada petrol fiyatları düşmeye ve Fon'un kaynakları da tükenmeye başlamıştı.

MADURO DÖNEMİ

Bir çok inşaat yarım kaldı. İşsizlik ve yoksulluk yeniden tırmanmaya başladı. Bu arada her hafta televizyonlarda talk-show yapan Chavez hastalandı. Yerine halefi olarak seçtiği yardımcısı ve Dışişleri Bakanı eski sendikacı Maduro geçti. Chavez'in ölümünden sonra, yüzde 50.6 oyla 2013'te başkan seçilen Maduro döneminde ekonomik ve siyasi kriz doruğa çıktı. Petrol fiyatları düştükçe temel ihtiyaç mallarında kıtlık başladı. Enflasyon diye bir olguyu kabul etmeyen Maduro yönetimi, krizi aşmak için bir yandan bol para basarken, diğer yandan fiyatlara narh uygulamasına gitti. Hem enflasyonu, hem de karaborsayı patlattı. Temel gıda mallarında yaşanan kıtlığın nedenlerinin araştırılması için kurulan komisyonun "kıtlığın nedeni halkın çok yemesi" sonucuna ulaşması ise ancak absürd komedi malzemesi olabilirdi ama ne yazık ki gerçekti.

Venezuela yalnızca petrol zengini değil aynı zamanda dünyanın en verimli tarım topraklarına sahipti. Ancak önlem olarak tarım alanlarının kamulaştırılması, gıda fabrikalarına çoğu subay olan kayyımların atanmasıyla tarımsal üretim dibe vurdu. Bu atanmışlar, sübvansiyonlar ve fiyat kontrolleriyle oldukça ucuza mal edilen gıda maddelerini Kolombiya ve Brezilya’ya kaçak yollarla çıkararak muazzam para kazanmaya başladılar. Bugün ülkenin tarım ve gıda üretimi ülke tüketiminin sadece yüzde 17’sini karşılıyor. Venezuelalıların temel besin kaynağı olan mısır üretimi yüzde 60’lara yakın azaldı.

Tarımın yanı sıra hayvancılık da hızla çöktü. Maliyetler ve güvenlik nedeniyle yeni hayvan yetiştirmeye son verildi. Silahlı çeteler ve açlık çekenler ahırları basarak hayvanları çalmaya başladılar ve sığır sayısı kısa sürede yarıdan fazla azaldı. Et üretimi daha Chavez döneminde yüzde 75 gerilemişti. Bir daha da toparlanamadı.

Gıda ve ürün kıtlığı 2003’lerde hissedilmeye başladı. Ancak petrol gelirleri nedeniyle bu açık ithalatla kapatılıyordu. Tıpkı bizde olduğu gibi…

Mesela 2004 yılında kişi başına gıda ithalatı yıllık 78 dolardı. Bu 2014 yılında 400 dolara yaklaşmıştı. Ancak 2014 yılında petrol fiyatları hızla düşünce Venezuela dış borç bulamaz ve zorunlu ithalatını yapamaz hale geldi. Bugün sabun, tuvalet kağıdı gibi çok basit tüketim malzemeleri dahi lüks tüketim sayılıyor.

Kıtlık öyle can yakıcı hale geldi ki, bir şeyler yapması gerektiğini düşünen iktidar, ekmek bulamayan halkı yatıştırmak için fırıncıları tutuklamaya başladı. Fırınlar mahalle komitelerine verildi. Sonuç daha da kötü oldu.

Bu da olmayınca Tedarik ve Üretim Mahalli Komiteleri kurulmaya başlandı. Bu komiteler içinde temel gıda maddelerinin bulunduğu yardım paketlerini düşük bir fiyatla halka dağıtmaya başladı. Tabii rejimin muhalif gördüğü mahalleler bu paketlere erişemedi. Zaten Maduro’nun yardımcısı da “bu paketler devrimi korumanın politik araçlarıdır” diyecekti.

Maduro yönetimi ve Venezuela medyası ise, açlığı ve gıda kıtlığını Amerikan ambargosunun sonucu, dış güçlerin müdahalesi olarak anlatmaya devam ediyor.

Gerçek ise bundan çok farklı. Amerikan ambargosunun başladığı 2015 yılında işler zaten çığırından çıkmış, ülkede açlık çoktan başlamıştı. Kaldı ki ilk ambargo sadece protestoculara ve muhalefete karşı orantısız güç kullanan birkaç güvenlik yetkilisine ve uyuşturucu kaçakçılığı ile suçlanan bazı üst düzey isimlere dönük kişisel ambargolardı.

ABD’ye petrol satışının engellenmesi gibi daha ağır ambargolar 2018'de başladı. Bu nedenle ABD ambargosu, dış güçlerin oyunu suçlamalarının bir karşılığı yok.

DEVLET ORGANİZE SUÇ ÇETESİNE DÖNÜŞTÜ

ABD ile ilişkilerdeki sertleşme Maduro'nun , "uyuşturucu baronu" olarak bilinen Aragua Eyaleti'nin Valisi'ni halefi olarak seçmesiyle başladı. Kaldı ki Maduro’nun bu tercihinden sonra Venezuela’da devlet neredeyse bir organize bir suç çetesine dönüştü.

O günlerde Venezuela'da enflasyon yüzde 800'leri aştı. Tüm temel gıda ürünleri ve benzin karaborsadaydı. Halen de karaborsada. Günde 18 saat elektrik yok. İçme suyu çok sınırlı verilebildiği için kolera salgını başladı. Uyuz, tifo yaygın hastalıklar. Adi suçlar tavan yaptı, sokaklar irili ufaklı çetelerin işgali altında ve ülke acil kredi arayışında. Sadece, Çin’den, uzun vadeli petrol imtiyazları karşılığında kredi bulunabildi. Maduro, dış güçlerin kendisini devirmek istediğini, bu nedenle kredi musluklarını kapatarak ekonomik krizi tırmandırdığını iddia ediyor.

Venezuelalılar nasıl bir felaketle karşı karşıya olduklarını anladıklarında ne yazık ki çok geç kalmışlardı. Her ne kadar 2015 seçimlerinde parlamento çoğunluğunun üçte ikisini muhalefet partileri kazandıysa da, mevcut parlamento alelacele Yüksek Mahkemenin görev süresi bitmeye az kalmış 12 üyesinin yerine yenilerini seçerek, yeni meclisin denetleme ve yasa yapma yetkisini elinden aldı. Meclisin devlet başkanlığı seçimi için aldığı referandum kararı da Başkan Maduro’nun kontrolündeki Yüksek Seçim Kurulu tarafından iptal edildi. Yüksek mahkeme bir adım daha ileri giderek parlamentonun yetkilerini feshettiğini ve kendi üzerine aldığını açıkladı, ancak yoğun protestolar karşısında bu kararından geri adım attı.

Muhalif belediye başkanlarının yarısı vatana ihanet suçuyla yargılanıyor. Venezuela Yüksek Mahkemesi milletvekillerinin dokunulmazlığını kaldırarak, muhalif milletvekillerinin, özel mahkemelerde vatana ihanetle yargılanmasının yolunu açtı. Ülkede muhalefet başkanı başta olmak üzere muhaliflerin çoğu hapsedildi. Bugün muhalefetin önemli figürleri ülke dışında. En sıradan eleştiri ve en masum protesto bile artık devlete komplo’ ya da ‘darbe girişimi’, yaftasıyla damgalanıyor ve polis ve yargı şiddetine maruz kalıyor. Hapishaneler siyasi mahkumlarla ağzına kadar dolu.

1998 yılında Chavez'le başlayan bu popülist rüyadan büyük bir yoksulluk ve acıya uyanan Venezuela bugün ölümün eşiğinde...Dünyanın en büyük petrol rezervleri de onu kurtaramıyor. Halk açlık ve salgın hastalıkların pençesinde kıvranır, sokaklar kan gölüne dönerken, Başkan Maduro ve çevresindeki bir grup yandaşı, hala iktidarlarını sonsuza dek güçlendirmenin hesabını yapıyorlar. Siyasi gerginlik had safhada. Nefret ve öfke dili siyasete egemen. Hukuk, adaletin aracı değil, Başkan Maduro'nun gücünün bir aracı.

Nesrin Nas, Artı Gerçek'te yazdığı ve Türkiye gündemine oturan yazını şöyle bitiriyor:

'Bu sondan halen kaçabilir miyiz, bilmiyorum…Buna seçmen karar verecek.'

e-ha